Polivagal Teori, Deneyim Tasarımı, "Resilience"
- Nida Ayça Onur
- 23 Tem
- 4 dakikada okunur

Duyguları Yönetmekten Duyguları Anlamaya
“Duygulara boyun eğdirme ve bilişsel süreçlerin üstünlüğü stratejisi, batı kültüründe düşüncelerin üstünlüğünü vurgulayan uzun bir geleneğe dayanır.” der Stephen W. Porges, Polivagal Teori Rehberi “Güvende Hissetmenin Dönüştürücü Gücü” kitabında.
Bu yaklaşımın kökenini René Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” (Je pense donc je suis) ifadesinde bulduğunu söyler ve şunu sorar: Peki ya Descartes “(Kendimi) Hissediyorum, öyleyse varım” deseydi?
Bu durumda “Kendimi hissediyorum” diyebilmek, sadece düşüncelerle değil, duygular ve bedenle de var olmanın tanınmasını içerirdi. Batı toplumlarında da düşün dünyasının buradan temelle büyüdüğünü düşünün…
Bu eksende, Polivagal Teori’nin bende uyandırdığı deneyim tasarımı ve “duygusal dayanıklılık” açılımlarına değineceğim.
Öncelikle, Polivagal Teori Neyi Anlatır?
Stephen Porges tarafından geliştirilen Polivagal Teori, sinir sistemimizin çevresel uyaranlara nasıl tepki verdiğini, özellikle de bu sürecin merkezinde yer alan vagus siniri üzerinden açıklar.
Vagus, parasempatik sinir sisteminin ana siniri olup, beyin ile vücut arasında çift yönlü bir iletişim hattı gibi çalışır. Kalp ritmi, solunum, sindirim gibi temel hayati fonksiyonları düzenlemenin ötesinde, bedenin sosyal ve duygusal durumlara verdiği tepkilerde de merkezi bir rol oynar.
Polivagal Teori’nin en çarpıcı katkılarından biri ise, bu fizyolojik savunma mekanizmalarının üzerine yerleştirdiği sosyal bağlantı sistemi kavramıdır. Bu sistem, bireyin kendini güvende hissettiği koşullarda aktif hale gelir ve başkalarıyla yüz yüze, güven temelli ilişki kurmamızı sağlar.
Göz teması, yüz ifadeleri, ses tonunun yumuşaklığı (prozodi), jestler ve bedensel duruş gibi sosyal ipuçları bu sistemin dilidir. Sinir sistemi bu sinyaller aracılığıyla düzenlenir; buna “co-regulation” yani birlikte düzenleme denir.
Ancak bu sistem oldukça hassastır. Eğer birey çevresinde tehdit algılarsa –bu bilinçli farkındalık olmadan da gerçekleşebilir ki buna nörosepsiyon diyoruz– sinir sistemi sosyal bağlantı modunu kapatır ve daha ilkel savunma modlarına (savaş, kaç ya da don) geçer. Bu da kişinin ilişki kurmaktan uzaklaşmasına, içe kapanmasına ya da agresifleşmesine neden olabilir.
Porges bunu şöyle özetler:
“Başkalarıyla bağ kurmak ve birlikte düzenleme yapmak biyolojik bir zorunluluktur.”
Deneyim Tasarımında Güven Katmanı
Bu bilgiyi deneyim tasarımında nasıl kullanabiliriz?
Bu teori, tasarımların bize güvenli ortamlar ve güvene dayalı ilişkiler kurmak için yeterli ve uygun fırsatlar sunup sunmadığını da sorgulamamıza olanak tanır.
Tasarımcılar olarak burada bilinçli bir rolümüz olabilir. Tasarımcılar olarak Polivagal Teoriye dair sosyal bağlantı sistemi ve nörosepsiyon gibi kavramları bilmek, örneğin:
Hastane Deneyimi:
Hastane gibi yüksek stresli ortamlarda tasarımın yalnızca işlevsellik değil, sinir sistemi düzeyinde güven hissi sağlaması gerektiğini ortaya koyar. İdeal bir hastane, kişiye öngörülebilir, sakin ve tehditten uzak bir ortam sunmalıdır. Sürekli uyandırılmak, bedeni açıkta bırakan kıyafetler, düşük frekanslı mekanik sesler(asansör, tren rayları, koridor gürültüsü), kişi farkında olmasa bile tehdit hissi yaratır. Bu durum, sinir sistemini savunma moduna geçirir ve iyileşme sürecini olumsuz etkiler.
Oysa akustik olarak izole edilmiş, sessiz ve rahatlatıcı seslerle desteklenmiş odalar; doğayla temas sağlayan alanlar ve kişisel mahremiyete saygı gösteren düzenlemeler güven hissini artırır. Ayrıca, sağlık çalışanlarıyla yüz yüze ve destekleyici bağlar kurmayı mümkün kılan bir yaklaşım, sosyal bağlantı sistemini aktive eder. Böyle bir tasarım, bireyin savunmadan çıkıp, sinir sistemi düzeyinde iyileşmeyi destekleyen bir duruma geçmesine olanak tanır.
“Sinir sistemimiz güvenliği belirlerse artık savunmacı olmaz. Savunmacı olmadığında otonom sinir sisteminin ağları sağlığı, gelişmeyi ve yenilenmeyi destekler.”
Okul ve Öğrenme Deneyimi:
Polivagal Teori, öğrenme ortamlarının yalnızca bilişsel gelişimi değil, öğrencinin sinir sistemi düzeyinde güven duygusunu da desteklemesi gerektiğini gösterir.
Öğrenme ortamlarında sosyal bağlantı davranışları ile ilgili sinirsel düzenleyici ağları kullanmaya fırsat tanımak gerekir.
Bunun güzel bir yöntemi yüz yüze etkileşim, mimiklerin okunması, ses tonundaki değişimler ve fiziksel oyunlar gibi sosyal sinyalleri alabileceğimiz yüzyüze etkileşimli oyunlar ve hareket halinde olmak olabilir.
Uzun süreli ekran maruziyeti, tek yönlü dijital içerikler ve oturarak dinleme halinde olduğumuz uygulamalar, çocukların sosyal bağlantı sisteminin gelişmesini zayıflatabilir.
Güven hissini artıran sınıf düzenleri, aşırı gürültüden arındırılmış akustik ortamlar, hareket etmeye ve oyunla öğrenmeye imkân tanıyan yapılar bu nedenle kritik önemdedir. Eğitim, sadece bilgi aktarımı değil, sosyal ve nörofizyolojik bir bağ kurma süreci olarak ele alınmalıdır.
Bu bakış, eğitimden işyerlerine, sosyal alanlardan dijital arayüzlere kadar her yerde geçerli olabilir.
Kurumların Amacı Ne Olmalı?
Porges, eğitim ve kurumların temel hedefini şöyle sorgular:
“Aslında, kurumlarımızın hedeflerini sorguluyorum. Kurumlarımızın hedefi daha çok bilgi öğretmek mi, yoksa insanların etkileşime girebilmelerini ve birbirlerini karşılıklı düzenleyerek iyi hissetmelerini sağlamak mı? Bu, aslında Descartes’ın bizi yokuş aşağı yuvarlayan daha çok düşünme, kapsamlı bilişsel başarılar ve bilişsel olarak tanımlanmış “zeki insan” görüşüne geri götürüyor. Bu gelişmiş zeka düzeyine rağmen, bedenimizin iyi hissetmesi için gerçekten neye ihtiyacı olduğu konusunda kelimenin tam anlamıyla cahiliz.” (- Doğu felsefesi cahil değil :))
Bu nedenle tasarımda ya da sistem kurarken sorulması gereken soru şu: Bu sistem güven hissini mi pekiştiriyor, yoksa sadece bilişsel performansı mı ödüllendiriyor?
Dayanıklılığın Gerçek Kaynağı
Bilişsel performans demişken, iş ve sosyal yaşamlarımızda son dönemde çokça duyduğumuz bir kavrama da değinerek bitirmek istiyorum. “Resilience”
Porges’in dikkat çektiği bir diğer nokta da davranışlara yüklenen ahlaki etiketler:
“Her davranışa bir motivasyon atfetmeye ve davranışı değerlendirici bir iyi ya da kötü boyut yerleştirmeye çalışan bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum. Davranışı iyi ya da kötü olarak değerlendirmeye iten buna karşılık fizyoloji ve davranış durumunu düzenleyen uyumsal işlevi görmemizi engelleyen toplum özelliğine ‘ahlaki cila’ diyorum.” diyor kitabında.
Bu dönemin ahlaki cilalarından biri de bilinçli bilinçsiz kullanılan “resilience” kavramı diyebilir miyiz?
Duygusal Dayanıklılık mı, Zorbalık mı?
Duygusal dayanıklılık, bireyin tek başına başarması gereken bir yetkinlik değil; kişinin kendini güvende hissedebileceği bir yaşam ve çalışma ortamı sunmakla ilgilidir.
Bu kavramı bireysel bir yeterlilik olarak görmek ve sorumluluğu zaten zorlanan kişiye yüklemek, hem adil değildir hem de işin özünü kaçırır.
Üstelik, kişinin yaşam deneyimini bilmeden, onunla derinlemesine bir bağ kurmadan “resilience”ı yüksek/düşük diye etiketlemek, başka bir üstten bakış biçimi halini alabilir.
İş yerlerinde sıkça karşılaştığımız “resilience” yani duygusal dayanıklılık beklentisi, bir tür zorbalığa dönüşebilir.
Her koşulda ayakta kalmayı yücelten bu yaklaşımı, Byung-Chul Han’ın “Palyatif Toplum ve Günümüzde Acı” kitabında şahane bir düşünce diziniyle anlatıyor. Han, burada kendini “resilience” gibi neoliberal performans değerleri ile sınayan insanların oluşturduğu performans toplumundan bahsediyor. Güvende olmadığımız, acıya duyarsızlaşmaya çalıştığımız ama aslında acı içinde olduğumuz bir düzendeyizdir, “katlanmak” makbul sayılır. Ona da selam olsun.
Peki Güvenlik Hissimizi Destekleyecek Ne Yapmalı?
İyileşmenin ve dönüşümün yolu, bedenin ve sinir sisteminin dilini duymaktan geçiyor. Uzun ve yavaş nefesler almak/vermek, şarkı söylemek, ritmik hareketlerle bedeni sakinleştirmek... Duyguları gözlerden, seslerden anlayabileceğimiz yüzyüze etkileşimler kurmak…
Bunlar sosyal bağlantı sistemini destekleyen basit ama güçlü araçlar.
Duyguları bastırmak yerine onlarla bedensel düzeyde temas kurmak; performansa değil bağlantıya, rekabete değil güvene alan açmak mümkün.
Koçlukta, liderlikte ve tasarımda bu anlayışla yaklaştığımızda, bireyin değil sistemin sorumluluğunu önceleyen, daha şefkatli ve sürdürülebilir bir yol açarız.
Kendimiz, sevdiklerimiz ve toplum için.
Sevgilerimle
Ayça
.png)




Yorumlar